Kaç canım kaldığına bakmadan oynadın bu oyunu. Ne kadar üzüldüğümü, ne kadar yıprandığımı ve ne kadar yorulduğumu göz önüne almadan koşturdun beni simülasyonunda. Bir öldüm, kalktım devam ettim. İki öldüm, daha hızlı koştum. Üç, dört, beş...
Sonsuz bir döngüye kısılıp kaldığımı düşündüm hep. Ne zaman ölsem tekrar doğacaktım küllerimden ve hiçbir şey yaşanmamış gibi devam edecektim oyuna. Ne zaman ölsem yüzümü yastığıma gömüp, hıçkırıklarımı acı içinde kıvranarak yutup güneşin doğmasını bekleyecektim.
Sonra her şey karardı.
Aniden.
Ve yok oldum.
Bu gece beni son kez diriltmeye çalıştın.
Bu gece son kez ayağa kalkmaya çalıştım.
Yapamadın, kalkamadım.
Bunca zamandır dinlemeye mahkum olduğum sabah ezanı sayısı kadar ilmek geçsin isterim boynuna.
Şafak vakitlerinin midemde oluşturduğu boşluk her saniye daha da büyüyor. Her saniye beni içine biraz daha alıyor ve hiçliğin huzurlu fakat bir o kadar da hırçın dalgalarına kaptırıyorum vücudumu sanki.
Bu ölüşün dönüşü yok.
Bu ölüşün sende bırakacağı vicdan azabının haddi hesabı yok.
Sende yok, bende hiç yok.
Bir yokluk ve hiçliğin mükemmel kombinasyonunda dans etmeye mahkumum, bu çok acı. Bir yokluk ve hiçliğin sende ne gibi izler bırakabileceğinden bihabersin, bu daha da acı. Hangisine daha çok acımama gerektiğini kestirememeye başladığımda kapadım gözlerimi ve her şeyin kötü bir kabus olduğunu düşünüp birazdan uyanacağımı düşleyerek içimden dokuza kadar saydım. Dokuz evet, on fazla geldi inan.
Sonra açtım gözlerimi ve o an her şey saydamlaştı. Başından beri ayakta uyuyormuşum ve her şey gerçekten de kötü bir kabusmuş meğersem.
Ve ben hala aynı kabusun içinde bir fare kapanının içinde cenin pozisyonunda ağlıyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder